31 Aralık 2011 Cumartesi

neden zor geliyor namaz

Namaz; her müslümana farz kılınan ve günde bilindiği üzere beş vakit kılınması gereken ibadetlerdendir. Farz ibadetler Allah’ın emrettiği ve yapılması zorunlu olan ibadetlerdir. Yapılmadığı takdirde günahı vardır.
Namazın bu derece zorunlu olduğunu bilememize rağmen, neden zor geliyor namaz kılmak, neden hep bir sebep var, neden?
İşte bu soru bence nefsimize sorulacak ve yanıtını da uzun süre düşünebileceğimiz bir sorudur… Çünkü işin özü burada yatmaktadır. Zoru başarmak bize çok tatlı geliyor; fakat başarmanın zorluğunu fark edince nefsimiz bizi geri çekiyor. Çünkü bizler kendimiz için neyin iyi olduğunu bilmiyoruz.
İşin özü dedik ya bu soruda yatıyor, işte buna bir kaç cevap verelim, daha doğrusu buna birkaç bahanemizi söyleyelim…
Mesela; “Zamanım yok, olsa dahi yetiştiremiyorum!”, “Şartlarım el vermiyor, halimi görmüyor musunuz?”, “Abdest alacak yer çok kirli, olmaz bu namaz!”, “Çok yoğun çalışıyorum, yapamıyorum!”, “Kılacak yer yok”, “Bir türlü devam edemiyorum” vs.
Şimdi buraya çok dikkat etmenizi istiyorum. Sizce bunlar birer mazeret mi yoksa birer bahane mi? Ya da sizler başka sorunlar söyleyin, onlarında mazeret mi yoksa bahane mi olduğuna siz karar verin… Belki ciddi problemlerimiz vardır. Fakat hiç bunun için çözüm aradık mı? Aradıysak bile hangi yöne çektik? Bunlar çok önemli.
Hayat bir çukura benzer, içine düşersin, iyice bir yuvarlanır yara alırsın. Bir dala takılır sırtının acıdığını fark edersin. Fakat hep bu acıyı hissedersin. “Ama belki tutunsaydım, belki yakalasaydım kurtulurdum” demiyorsun… Aksine yara aldığın yere daha fazla iç acıyorsun. İşte hayat çukurunda, darbe yediğini zannettiğin ağaç dalları seni hayata bağlayacak “Namaz”dır… Namaz, ruhun en büyük gıdasıdır, en kuvvetli vitaminidir… Eksikliğinde kimbilir hangi yara onarılmaz, hangi dert derman bulmaz! Reçeteye yazılmayan tek ilaçtır “namaz”…
Namaz Hazreti Peygamberin (sallallahu aleyhi ve sellem) en vazgeçilmeziydi. O (sallallahu aleyhi ve sellem) “gözümün nuru namazdır” diye tanımlardı. Ve namazına en büyük önemi verirdi. Çünkü namazla Rabbi’nin huzurunda olduğunu çok iyi bilirdi ve huşudan hiç ayrılmazdı, adeta sureleri okurken Sahabe Efendilerimiz, O’nu (sallallahu aleyhi ve sellem) vefat etmiş zannederlerdi de korkudan titrerlerdi.
Hazreti Mevlana Celaleddin Rumî; “Ey Hak tâlibi can! Önce ambara giren fâreden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış. Büyüklerin büyüğü olan, gönüllere gönül kesilen Sevgili Peygamberimizin; “Namaz ancak kalb huzuru ile tamam olur.” hadisini hatırla da nefisten ve şeytandan kurtulmak için kalb huzuru ile namaza başla.” demiştir (Mesnevî, beyt: 380–387). Ne büyük bir ders, ne büyük bir ifade ve ne kadar büyük bir mana… Adeta bu ifadeyle ilk karşılaştığım zaman büyülenmiş gibiydim. Çünkü şu zarafete bakar mısınız? “Önce nefisten ve şeytandan kurtul ve huzur ile namaza başla”… Ne demekti bu, elbette ki hepimizin başa çıkamadığı ama elbet bir gün yenerim diye kıvrandığı acı bir gerçekti. Gerçek şuydu ki nefis bizi yok sayıyor ve adeta bize hükmediyor, benliğimizi benliğimizden alıyordu. Benlik neydi biliyor musunuz? Benlik namazdı. Namaz sana seni, bana beni, topluma toplumu öğretiyordu. Manaları derindir. Kalbe huzur doldurur. Başladın mı koptuğun her gün zindan hükmündedir. İşte o senin benliğindi ve o senin “Namazındı”.
Hazreti Mevlana ekliyordu Mesnevisine; “O kerem sahibi, namazda gizlenmiştir; gönül namazı kılan, kendini tamamıyla Allah’a veren kuluna lütuf ve ikramda bulunur! O’nun afvı ve mağfireti günaha şeref elbisesi giydirir de, böylece o günahı affedilmeye, ihsana, kurtuluşa vesile eyler, sebep kılar!” (Mesnevî, beyt: 4345). Evet, Rabbine namazda gönülden bağlanan kişi, Rabbinin ördüğü afv ve mağfiret önlüğünü giyerdi. Ne büyük bir ihsan, ne büyük bir kurtuluş vesilesi… Öyleyse hadi buyrun gönül dergâhına, buyrun namaz sevdasına, kalk hadi taze bir abdest al. Bir eline nefsini diğer eline de kalbini al. Söyle onlara anlat kendini ve benliğini. Al karşına nefsini, ona zulmetme, terbiyenle muamele buyur. Ve sana yakışanın, Rabbinin huzurunda el bağlamak olduğunu anlat onlara ve bak kendine sen artık sensin. Sevdanla baş başasın, nefsin sana karşı koyamadı. Seni senden alamadı. Çünkü içinde yanan mü’minlik ışığı hiç sönmedi, belki rüzgârla dalgalandı; fakat karanlığa mahkûm etmedi seni. Seni sana bırakması en büyük yalnızlıktı, anlayamadın başta onu; ama şimdi onunlasın ve o senin terbiyende, artık ver kararını huzur ile bel bağla Rabbine ve huşu ile dal namazlar diyarına… Seni hep bekleyen bir mescit olduğunu düşün ve sanki seni her defasında çağırdı da sen hep duymazlıktan geldin. Ama bu sefer farklı çağırıyor, adeta sana haykırıyor. Geç olmadan Allah’ın (celle celaluhu) huzuruna çık, anlat O’na (celle celaluhu) derdini. Korkma dertlerin en büyük dermanı O’nun (celle celaluhu) elinde. O isterse şifayı vesile kılar. Haydi, kalk ve namaza dur. Ve düşün, namaz sana en büyük şifa olarak verildi. Ne büyük bir yardım oldu. Adeta uçuyorsun, kanatsız bir kuşa benziyorsun, uçmak için kanat aramıyorsun; çünkü sen kendini bulutlarda hissediyorsun. Çünkü namaz artık seninle. Namaz benliğinle ve sen Rabbinlesin. “Şükür Ya Rab! Sana geldim. En büyük sermayeme kavuşturdun beni. Meğer beni ne kadar çok severmişsin, bu ihsanda bulundun. Bana kendimi hatırlattın!”
…Ve açtın ellerini semaya, adeta sema önünde gibi hissediyorsun; çünkü ilk namazını kıldın. Dua sana ayrı bir tat veriyor. “Rabbimden hiç ayrılmadan şöylece kalsam” diyorsun. Duanda kendinden başkasına yer veremiyorsun, sanki yığınlarca dertler kuş oldu uçtu, bunun şükrünü eda etmeye çalışıyorsun. Ama bitiremiyorsun…
Yaaaa… İşte “Namaz ve namaz”…
Kalbimin ıssız dağlarında dinleniyorum…
Kalbin aynası hep gözlerdir diye söylenir. Bence kalbin aynası yüzdür. Yüzüne nur yağmış kimi insanlar görürüz ve hemen şöyle bir ön yargıda bulunuruz;
—“Bak bu kesin çok dindar ve aynı zamanda iyi bir insan…
—Nereden anladın ki?
—Baksana yüzüne adeta nur sağanak sağanak yağmış…” gibi ifadeler doğruluk ifade eder mi? Bana göre elbette eder. Çok tanıdığım ilahiyatçı yazarların önceden ilahiyatçı olduğunu yüzlerinden açıkçası anlamıştım. Çünkü milyon nurlar gark olmuştu sinelerine… Rabbim yüzünde nur taşıyan kalbinde nurun köklerini besleyen kullarından eylesin (Âmin).
Kalbimin ıssız dağları adeta beni alır, Faran dağlarına çıkarır. Çünkü bir yalnız kalayım gönül dağlarında hemencecik yola çıkarım, istikamet ya Faran, Hira, Veda ve ya Arafat Dağları olur. Kalbim çok yorulur. Ama değmiştir, o hüznü yaşamaya… Bir yaşama öyküsüdür, onu yaşamak huzuru kapıya çağırır. Bir ziyaret misali parçalar sınırları ve seni oralara götürür. Hep etkilemiştir beni, evinde namaz kılarken Beytulluhta başını secdeye koyanlar… Anlatılır hep o kadar ki bir hasret vardır ki bu seni alır, hasretine kavuşman üzere yola çıkarır. Gözünü açarsın hasret meydanında yalnız kalmış bir güle dönmüşsündür. Peki, nedir seni buna kavuşturan, nedir seni senden alıp hasretine kavuşturan? Namaz’dır değil mi? Değil midir en büyük aracı, Allah ile kul arasında en büyük köprü değil midir? Saklamaz mı sinesinde Rabbinin huzurunu, saklamaz mı secdegahında o büyük hazı?… Saklar değil mi?... Çarp ey anlım secdegahımın en derin noktasına, uçur beni Beytullah’a, konayım Arafat’a, döneyim kıbleye ve ayrılmadan böyle kalayım, ayrılmayayım o yüce huzurundan, öylece kalayım öylece…
İmanı kurtarma bahsi üzerine ve Kur’an-ı Kerim’i anlatma yolunda büyük çabalar sarf eden Aziz Üstadımız Bediüzzaman Saîd Nursi Hazretleri namaz hakkında külliyatında şu üç noktaya dikkat etmiştir;
“Ey birader! Benden, namazın şu muayyen beş vakte hikmet-i tahsisini soruyorsun. Pek çok hikmetlerinden yalnız birisine işaret ederiz.
Evet, herbir namazın vakti, mühim bir inkılâb başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u ilâhînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i ilâhiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadir-i Zülcelâl’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve tâzim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnuna karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir. Şu ince ve derin mânâyı bir parça fehmetmek için «Beş Nükte»yi nefsimle beraber dinlemek lâzım...
BİRİNCİ NÜKTE: Namazın mânâsı, Cenâb-ı Hakkı tesbih ve tâzim ve şükürdür. Yâni, celâline karşı kavlen ve fiilen “Sübhânallah” deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı, lâfzan ve amelen “Allahü Ekber” deyip tâzim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen “Elhamdülillâh” deyip şükretmektir. Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın mânâsını te’kid ve takviye için şu kelimât-ı mübareke, otuzüç defa tekrar edilir. Namazın mânâsı, şu mücmel hülâsalarla te’kid edilir. (Orjinal Sayfa: 43)
Selametle...


M. İnanç Eymen

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder